Saturday, December 31, 2011

Ateist Hareketin Amaçları Ne? – Greta Christina



Ateist Hareketin Amaçları Ne? – Greta Christina1

“İnançlılarla din hakkında tartışmanın, dinle alay etmenin ya da dini aşağılamanın ateistlere hiçbir faydası yok. Aslında tam ters etki yaratıyor ve davamıza zarar veriyor.”

Ateistler arasında bu argümanla sıklıkla karşılaşıyoruz. Benim yanıtım genelde “Hiç de değil!” demek oluyor. Genellikle tarihten örnekler veriyorum ve sosyal değişim hareketlerinde hem cepheleşmenin hem de diplomasinin bulunmasının ne kadar etkili olageldiğine işaret ediyorum. “İyi polis/kötü polis” dinamiğinin (E polislerin bunu kullanmasının bir sebebi var elbet) etkililiğine işaret ediyorum. Overton penceresi'ne (yani, radikal görüştekilerin ağırlık merkezini hareket ettirerek, merkez görüştekilerin görece daha makul görünmelerini sağlamaları fikrine) işaret ediyorum ve cepheleşmecilerin (confrontationalists*) diplomatların işini zorlaştırmayıp kolaylaştırdığını savunuyorum. Ateşli olanlarımızın görünürlüğü arttırmak için çok faydalı olduklarına işaret ediyorum ... ve görünürlüğün mitlere karşı çıkarken olduğu gibi topluluk inşası için de çok önemli olduğunu. Farklı kişilerin farklı mizaçları olduğuna ve farklı aktivizm yöntemleriyle harekete geçtiklerine işaret ediyorum: bazı insanlar sakin, anlayışlı bir sese daha kolay kulak verirken, bazıları tutkulu bir adalet çığlığına daha kolay kulak veriyorlar, başkaları da kralın çıplak olduğunu söyleyen alaycı, mizahi bir taşlamayı daha rahat duyuyorlar. Ve ayrıca aktivistlerin de farklı mizaçları olduğuna; dolayısıyla kibar diplomasi, ortalamada ateşli bir cepheleşmeden daha etkili olsaydı da, cepheleşme konusunda yetenekli olup diplomasiyi beceremeyen aktivistler için hiç de faydalı olmadığına işaret ediyorum. (Ve tam tersi.)

Bugün, biraz başka bir şekilde yanıt vermek istiyorum.

Bugün, şu soruyu sormak istiyorum: “Tam olarak hangi hedeflerden bahsediyoruz?”

Ben bütün ateistlerin – hatta tüm ateist aktivistlerin dahi – aynı hedeflerle hareket ettiğini düşünmüyorum. Ve belki de bazı anlaşmazlıklarımızın ve tartışmalarımızın kaynağı bu olabilir.


Birçok ateist için ateist aktivizmin başlıca hedefi anti-ateist yobazlığı ve ayrımcılığı azaltmak ve dinle devlet arasında daha bütünlüklü bir ayrım için çabalamak. Ana amaçları; ateistlerin, toplumun mutlu, ahlaklı, üretken bireyleri olarak algılanmalarını, tüm ve eşit hak ve sorumluluklara sahip olmalarını sağlamak. Ateistlerin toplumda tam olarak kabul edilmelerini ve ateizmimizin meşru olarak tanınmasını istiyorlar. Ateist karşıtı mitlere ve yanlış fikirlere karşı durmak istiyorlar. Ve kızgın, cepheleşmeci, ateşli ateistleri bu mitleri besleyen, dindar inançlıları daha da yabancılaştıran ve dolayısıyla herkesin işini zorlaştıranlar olarak görüyorlar.

Ama bütün ateistler bunu ana amaç olarak görmüyorlar.

Birçok ateist için, bizim ana amacımız dünyayı dinden uzaklaşmaya ikna etmek.


Yani, evet, elbette, ateist aktivistlerin çoğu, anti-ateist yobazlığın yok olduğunu görmeye bayılırdı ve bunun için çabalıyorlar. Ama birçoğumuz – ki ben de onlardan biriyim – bunu amaçlarımızdan sadece biri olarak görüyoruz. Birçoğumuzun istediği, inananlarla ateistlerin birarada yaşadığı ve birbirlerinin pratiklerini (ya da pratiklerin yokluğunu) saygıyla karşıladığı bir dünyadan ibaret değil. Birçoğumuz, dinin olmadığı bir dünya istiyoruz. Tabii bunun yasayla, şiddetle ya da herhangi bir baskıyla gerçekleşmesini istemiyoruz. Ama dinin sadece yanıldığını düşünmüyoruz. Biz dinin zararlı olduğunu düşünüyoruz. Bazılarımız, dehşete düşürecek derecede zararlı olduğunu düşünüyor. Bazılarımız, doğası gereği zararlı olduğunu,dini din yapan özelliklerin bizzat kendilerinin onu korkunç zararlı hale getirebilen şeyler olduğunu düşünüyor. Dahası, dinin sadece ateistlere değil milyarlarca inanana da zarar verdiğini görüyoruz. Böylece, dinin artık var olmadığı bir dünya için çabalıyoruz.

Ve bazılarımız – ki ben de onlardan biriyim – esasında insanları dinden ayrılmaya ikna etmenin, inananları ateistlere tahammül etmeye ve ateistleri kabul etmeye ikna etmekten çok daha erişilebilir bir hedef olduğunu düşünüyoruz. Biz, dinin, doğası gereği, inananların farklı inançtaki bireyleri kabul etmelerini zorlaştırdığını – ve inancı olmayanları kabul etmelerini neredeyse imkansız hale getirdiğini – düşünüyoruz. (Daniel Dennett bunu “Breaking the Spell” kitabında çok güçlü bir şekilde işliyor: dinin hiçbir sağlam kanıta dayanmıyor oluşu, paradoksal bir biçimde, insanların ona daha sıkıca tutunmalarına ve onu daha hırsla savunmalarına yol açıyor.) Biz, inançlılar arasında evrensel birlikçi görüşlerin ve hoşgörünün istisnai olduğu kanaatindeyiz. Ve biz, eğer ateizmin daha geniş kabul gördüğü bir dünya istiyorsak, bunu ateizmin çok daha yaygın olduğu bir dünya yaratarak elde etmenin çok daha kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyoruz.

Şimdi: Anti-ateist yobazlığın ve din-devlet ayrımının başlıca hedeflerimiz olduğunu kabul etsem bile, yine de cepheleşmeciliğin stratejimizin değerli bir parçası olduğunu savunurdum. Başka hiçbir sebep için değilse görünürlük için ve Overton penceresi için. Gerçi, bunlar bizim yegane (ya da başlıca) hedeflerimiz olsaydı, diplomasiye daha fazla öncelik vermemizi ve cepheleşmeyi biraz arka plana almamızı savunacağımı söylemeliyim. Eğer ana hedefimiz dünyayı ateistlerin iyi insanlar olduğuna ikna etmekse, en efektif taktik insanların asabını bozmak olmayabilir.

Ama dünyayı ateistlerin iyi insanlar olduğuna ikna etmek ana hedefimiz değil. Yani, bu hepimiz için geçerli değil. Birçoğumuz için, yasal haklar kazanmak ve bunların uygulamaya konmasını temin etmek (mesela lise toplulukları oluşturma hakkı, çocuklarımızı koruma hakkı, ilköğretim okullarında çocuklarımıza dini düşünceler öğretilmemesi hakkı, ya da ABD ordusunda askerken dinin zorla benimsetilmemesi hakkı gibi) bizim en büyük önceliğimiz – insanlar bu arada bizim iyi insan olduğumuzu düşünseler de düşünmeseler de. Ayrıca birçoğumuz için, insanları dinden ayrılmaya ve ateizme ikna etmek en büyük önceliğimiz. Biz, diğer hedeflerimize ulaşmak için en iyi stratejinin bu olduğunu düşünüyoruz. Ve bunun başlı başına zahmetimize fazlasıyla değer bir hedef olduğunu düşünüyoruz.

Şimdi: Eğer hedeflerimize ulaşmak için en iyi taktiğin ne olduğu hakkında ya da insanları dinden ayrılmaya ikna etmenin zahmete değer bir hedef olup olmadığı konusunda aynı fikirde değilseniz o zaman haydi bunu konuşalım.

Ama eğer cepheleşmeciliğin – inananlarla din hakkında tartışmanın, dinle dalga geçmenin ya da dine hakaret etmenin – davamıza zarar verdiğini savunuyorsanız, tartışmaya devam etmeden önce şu soruya kafa yormaya değer: Tam olarak hangi davadan bahsediyoruz?

Çünkü aynı şeyden bahsetmiyor olabiliriz.

1  Bu makale, Freethought Blogs'da Greta Christina'nın sayfasında 21 Aralık 2011 tarihinde yayınlanan “What are the Goals of the Atheist Movement?” başlıklı makaleden çevrilmiştir.
*  Metnin orijinalinde geçen “confrontationalist” sözcüğünü “cepheleştirmeci” olarak çevirmeyi uygun bulduk. Çevirimizin anlamı tam olarak karşılamadığını bilmekle beraber, bu sözcük için genel kabul görmüş başka bir çeviriden – şimdilik – haberdar değiliz. Ateizm tartışmaları bağlamında “confrontationalist” sözcüğü; dindarlarla yüzleşmekten, polemiğe girmekten ve zıt düşmekten kaçınmayan aktivistler için kullanılıyor. - OfB





Friday, December 30, 2011

“İhtiyaçlarımız”a kimin ihtiyacı var?

İhtiyaçlarımız”a kimin ihtiyacı var?1

  1. Giriş

Enerji talebindeki artışı analiz ederken sıklıkla yapılan bir hata, enerji politikası tartışmalarını çıkmaz yola sokuyor. Sağcı siyasiler; birtakım ekonomik değişkenlere referans verip, elektrik kesintileri yaşamamak için nükleer enerjiye ve “temiz” kömür santrallerine ihtiyacımız olduğuna inanmamızı istiyorlar. Öte yandan, daha “duyarlı” siyasiler2 yenilenebilir enerji kaynaklarının toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli olduğunu iddia ediyorlar. Sonuçta; tüm tartışma, her birimiz, refahımız için hangi enerji sektörünün daha iyi olduğunu anlamaya çalışan yatırımcılarmışız havasında geçiyor.

Kendi savımdan bahsetmeden önce burada bir parantez açıp birkaç uyarıda bulunmalıyım. Her şeyden önce, bizler kesinlikle yatırımcı falan değiliz; aksine, emek gücü olarak, yatırım yapılacak metalardan biriyiz. İkincisi, yenilenebilir enerji kaynakları kesinlikle yeterli falan değiller. Tabii bu, bazı bölgelerde yeterince güneş ya da rüzgar olmamasından değil, mevcut sistem içinde yeterli diye bir şeyin olmamasından kaynaklanıyor. Dünyaları verseniz yetmez.3 Üçüncü olarak, atmosferdeki karbondioksit miktarıyla ilgili güncel verileri, yenilenebilir enerji piyasasındaki yatırımlarla kıyaslarsanız, verilerin ahenkle dans ettiğini göreceksiniz. Elbette bunun anlamı, yenilenebilir enerji kaynaklarının çok karbondioksit saldığı değil; ama belki sizi iklim krizinin yenilenebilir enerji yatırımlarıyla çözülemeyeceğine dair derin düşüncelere sevkedebilir. Parantezi kapatıyorum.

Bu yazıda, hangi enerjinin “temiz” hangisinin kirli olduğuna dair kafa karışıklığının ve aslında tüm bu sektörel kıyaslamaların, anlamı bulanıklaştırılmış bir “ihtiyaç” kavramının doğal sonuçları olduğunu iddia ediyorum.

Konuyla ilgili yanlış anlaşılmalardan biri, iklim değişiminin insan kaynaklı mı doğal mı olduğuna dair tartışmalar olgunlaşırken başladı. İklim bilimciler ciddi bir antropojenik etkinin varlığını; yani, iklim değişiminin, güneşte ya da iklimin doğal döngülerine gerçekleşen normal bir değişiklik sonucu oluşmadığını, dünyadaki insan faaliyetleriyle kol kola gittiğini gösterdiler. Bilimsel tartışma dahilinde son derece yerinde bir tespit; ama iklim krizini tarihselliğiyle incelemek isteyen birini yanlış yönlendirebilir. Zira, tek tek bireyler olarak küresel iklim değişiminin sebebi olduğumuz yanılsaması yaratabilir. Ben bunun tam aksini savunacağım: Tek tek bireyler olarak bizler, kapitalizmin sebep olduğu küresel iklim değişimin mağdurlarıyız.4

  1. Bu ihtiyaçlar” “bize” mi “lazım”?

Bu ihtiyaçlar”
Bir İstanbul depremi, sağlık sektöründe kârları tavana fırlatacaktır ve inşaat sektörü için emsalsiz yatırım fırsatları yaratacaktır. Örnek çoğaltmak kolay: Okyanusun ortasında bir petrol sızıntısı; milyonlarca insanı etkileyen bir salgın hastalık; demokrasi falan bir şeyler götürmek üzere şu ya da bu ülkeyi bombalamak; tarım arazileri açmak için büyük orman yangınları başlatmak...

Bunların – en azından çoğumuz için – günlük yaşamın parçası olmadığını kabul ediyorum. Ama o kadar önemli bir husus ki. Orduyu alalım mesela: ABD, yıllık GSYİH'sinin %4,7'sine tekabül eden 698.105.000.000 doları askeri harcamalara veriyor. Fransa 61.285.000.000 dolar kullanıyor, ki bu GSYİH'nin %2,2'si. Liste uzayıp gidiyor. 2010 yılında NATO harcamaları 1.084.915.000.000 dolardı.5 Bu sayıları sesli olarak okumaya çalışmanızı rica ediyorum. Bu ihtiyaçlar bizim değil.

Tipik bir cirit füzesi, yaklaşık 80.000 dolar ediyor. Bunlar savaşlarda güvercine yem atar gibi harcanıyorlar. Ve piyasa için harika bir seçenek. Hatta, elma üretmekten ya da ne bileyim ilkokul yaptırmaktan çok daha karlı bir seçencek. Gayri safi milli hasılada nitelikli bir artış sağlıyor. Ve aynı zamanda enerji ihtiyacını da körüklüyor.

Ve bu, önceki örneklerimizin hepsi için de geçerli. Bunlar, dünya ekonomisinin kesinlikle ihtiyaç duyduğu şeyler. Ancak: Bu ihtiyaçlar bize mi lazım?

Bize”

Bizim ihtiyacımız olan, iki nokta arasında rahatça yolculuk etmek; şirketlerin ihtiyacı olansa, bizim bu süreçte mümkün olan en fazla tüketimi yapmamız: buyrun size dört-çeker arabalar ve duble yollar. Bizim ihtiyacımız olan, ailemizle ve arkadaşlarımızla haftada bir iki kez konuşabilmek; şirketlerin ihtiyacı olansa, bizim bu süreçte mümkün olan en fazla tüketimi yapmamız: buyrun size üç ay ömürlü, onarıl(a)mayan, kullan-at cep telefonları. Kapitalist sistemin sadece tek bir ihtiyacı olduğuna işaret eden tekrarıma dikkat edin: kâr maksimizasyonu. İnsani bir ihtiyaç, ancak pazarlanabilir olduğu ölçüde kapitalizm için bir anlam ihtiva eder.

Ancak bir şeyin pazarlanabilir oluşu, onun insani bir ihtiyaç olduğu anlamına gelmez. Hedef kitlesi kılcal damarlarımızcasına dört bir yanımızı saran reklam sektörüne biz mi ihtiyaç duyuyoruz? Bankalar bizim için gerekli mi? Petrol savaşları bizim bir ihtiyacımız mı? İşsizlik bizim bir ihtiyacımız mı?6 Bunlar sadece kapitalizmin bekası için lazımdır. Ama bize lazım değiller.

Bu yazının sınırlarını aşacak daha derinlikli bir analiz, kapitalizmin, ekonomik krizlere olduğu kadar ekolojik krizlere de ihtiyacı olduğunu gösterecektir. Bu konuyla ilgili, Joel Kovel'in muhteşem kitabı Doğanın Düşmanı'nı şiddetle öneriyorum.

Lazım”

“İşte, İngiltere'de bir muffin yapımındaki geçilen enerji basamaklarından bazıları: (1) Buğday; fosil yakıtla çalışan ve yenilenemez malzemeden üretilmiş bir kamyon aracılığıyla götürüldüğü (2) büyük, merkezi bir fırında son derece verimsiz çalışan makineler tarafından öğütülür, pişirilir ve paketlenir. Fırında, buğday, (3) inceltilir ve çoğunlukla (4) beyazlatılır. Bu süreçler cazip bir beyaz ekmek üretir ama buğdaydaki besin öğelerini kuşa çevirir; bu yüzden (5) un; niasin, demir, tiamin ve riboflavin ile zenginleştirilir. Ardından, İngiliz muffin'lerinin, günlerce haftalarca raflarda bekleyecekleri dükkanlara giden uzun kamyon yolculuklarına dayanmaları için (6) koruyucu kalsiyum propiyonat eklenir; tabii hamura kıvam verecek (7) kalsiyüm sülfat, monokalsiyum fosfat, amonyum sülfat, mantar enzimleri, potasyum bromat ve potasyum iyodatla beraber. Sonra ekmek (8) pişirilir ve (9) raflara dikkatinizi çekmek üzere rengarenk basılmış (10) karton bir kutuya konur. Kutu ve muffin, (11) petrokimyasallardan üretilmiş plastik bir torbaya konur, (12) yine petrokimyasallardan üretilmiş plastik bir bağ kapatılır. Muffin paketleri böylece (13) bir kamyona yerleştirilir ve (14) klimalı, floresan aydınlatmalı, müzik yayını yapılan gıda marketine taşınır. Son olarak siz, (15) iki ton metal yığınını markete götürüp getirirsiniz ve nihayet muffin'ler (16) tost makinesindeki yerlerini bulurlar. Neticede de karton kabı ve plastik paketi çöpe atarak (17) katı atıklara katkınızı koyacaksınız. Bütün bunlar epi topu 130 kalorilik bir muffin için.”7
Tüm bu basamaklar bize lazım mı? Yoksa acaba, sadece belirli küresel ekonomi koşullarında her bir muffin'in bu yolculuğu gerçekleştirmesi daha ucuza geldiği için olabilir mi tüm bunlar? Bu hikayede bize lazım olan sadece kahvaltıda yiyeceğimiz bir muffin'di, ama bunun üretmek için kapitalist sisteme lazım olan şeyler bir ekolojik afete sebep oldu. Kahvaltı için bir poğaça istemek bizim bir suçumuz falan değil. Yine de, kapitalist sisteme karşı mücadele etmez ve bildiğimiz dünyanın sonuna8 rıza gösterirsek bu kesinlikle bizim suçumuz.



Ekolojik krizin – özelde de iklim krizinin – çözümünün, nükleer enerjiyle falan hiçbir alakası yok, yenilenebilir enerji kaynaklarıyla da çok uzaktan alakası var. Biz komünistler, tüm üretimde köklü bir azaltım öneriyoruz – ki bu kapitalizmin doğasına aykırı. Yeni güneş enerjisi santrallerinin inşa edilmesini teklif etmiyoruz. Hali hazırda var olan santrallerin yaklaşık yarısının kapatılmasını öneriyoruz, ve bunu yaparken dünyadaki toplam refaha hiç müdahale etmeyeceğimizi iddia ediyoruz.9 Ancak enerji “talebini” en azından yarı yarıya indirdikten sonra, geri kalan santrallerin yenilenebilirlerle değiştirilmesini gündemimize alacağız. Ancak üretim araçlarının özel mülkiyetini ilga ettikten sonra, şirketlerin ihtiyaçlarını bizim ihtiyaçlarımızdan ayrıştırmak mümkün olacak. Ancak komünist bir dünyanın inşası sırasında gerçek insani ihtiyaçlarımızı keşfetmeye başlayacağız. Daha önce değil.

Küresel iklim değişiminin asli sebebi bizim ihtiyaçlarımız değil. Küresel ısınma, bizim gündelik faaliyetlerimizin doğrudan bir sonucu değil. Kâr maksimizasyonundan başka güdüsü olmayan endüstriyel, tarımsal ve ticari faaliyetlerin bir sonucu. Bizim taleplerimizle kapitalizmin arz mekanizmalarının işleyişi arasında muazzam bir mesafe var. Biz ekolojik krizin sorumlusu değiliz, mağdurlarıyız. Bizler, şiddetli kuraklık sebebiyle açlık çekenleriz; bizler, aşırı hava olayları sebebiyle yakın zamanda evlerini terk etmek zorunda kalanlarız; bizler, aşırı yağışın ceremesini çekenleriz. Ayrıca bizler; tüm bu acılara son vermeye ihtiyacı, hakkı ve gücü olanlarız. Hiçbir rüzgar enerjisi şirketi bunu bizim adımıza yapmayacak.


1  Bu yazı, Out for Beyond'da Who Needs Our Needs başlığıyla yayınlanan İngilizce orijinalinden özgürce çevrilmiştir.
2  Al Gore özel olarak değinilmeyi hak ediyor bu hususta.
3  John Bellamy Foster'ın ilham verici bir makalesi, kapitalizm ile ekonomik küçülmenin bir arada var olmayacağını tartışıyor.
4  Okuyucunun ne kast ettiğimi anlayacağını umuyorum. Kapitalizmin sadece belirli toplumsal ilişkileri tanımladığının ve dolayısıyla son kertede insan-kaynaklı olduğunun tabii ki farkındayım. Kapitalizm gerçek toplumsal ilişkilerin yabancılaşmış halidir: İnsanlar arasında bir ilişkilenmeyi değil, kapitalist mefhumlar arasında insan aracılığıyla kurulan bir ilişkiyi işaret eder.
5  Çin, Japonya, Rusya, Brezilya, Hindistan ve Avusturalya'nın NATO üyesi olmadığını hatırlatalım.
6  “In these crises, there breaks out an epidemic that, in all earlier epochs, would have seemed an absurdity — the epidemic of over-production. Society suddenly finds itself put back into a state of momentary barbarism; it appears as if a famine, a universal war of devastation, had cut off the supply of every means of subsistence; industry and commerce seem to be destroyed; and why? Because there is too much civilization, too much means of subsistence, too much industry, too much commerce.” Karl Marx and Friedrich Engels, Manifesto of the Communist Party.
7  Jeremy Rifkin, Entropy: A New World View (New York, Viking, 1980) sayfa 131.
8  Burada başka bir yanlış anlaşılmayı önlemek için kısa bir uyarıda bulunmalıyım: “Bildiğimiz dünya” dediğimiz şeyle sadece kederli kutup ayıları, mutsuz mercan kayalıkları, dağ zirvelerinde eriyen buz kütleleri ve birtakım yok olma tehlikesindeki türler kast edilmiyor sadece; aynı zamanda, uygarlıktan her ne anlıyorsanız onun tamamı da kast ediliyor. Mesele gerçekten sosyalizmle barbarlık arasında bir tercih noktasına geldi.
9  Yani, tabii ki refahın paylaşımındaki adaletsizliği kesinlikle ortadan kaldıracağımız ve bu açıdan dünyadaki refaha müdahale edeceğimiz doğru. Ama bu burada konu dışı kalıyor.





Thursday, December 15, 2011

Başka türlü bir şey, benim istediğim... Ateizm, neden hemen şimdi?

Bir yorum üzerine sesli düşünme


Bundan bir süre önce, Ateistlerden Ateistlere Gündelik Yaşama Dair İpuçları başlıklı bir metin yayınlamış; takipçilerimizden said, baskıcı tutumlara işaretle “Ateistler olarak toplumda kendimizi güvende hissedebileceğimiz kritik kitleye ulaşmadan come out hayalleri hamdır, kendimizi kandırıyoruz.” yorumunu bırakmıştı. said’in dile getirdiği kaygıların malesef bir gerçekliği yansıttığını yadsımıyoruz. Katkısı için teşekkür ederken, bu açık mektubu said şahsında tüm ateist takipçilerimize sunuyoruz



Sevgili Said,

Türkiye'de ve dünyanın her yerinde ateistler , kimi zaman – bahsettiğin gibi – 'mahalle baskısı' ve/ya açık ya da kapalı yaptırım tehdidi ile, kimi zaman da yakınlarının 'sevgi bağı'nı kaybetme korkusuyla; ateist tutumlarını açıklamanın hayatı zorlaştıracağı gerçeğiyle yaşıyorlar. Bu blogun yazarları olarak biz de ateist tutumumuzu ilan etmenin hayatımızı farklı şekillerde, derecelerde zorlaştırabileceği yönündeki kaygına hak veriyor ve bunu paylaşıyoruz.

Ancak işte tam da bu böyle olduğu için ateistleri (de) saklandıkları yerden çıkmaya çağırıyoruz. Dinlerin toplumdaki en yerleşik tabu olduğu gerçeğinin, tarihsel bir olgu ve sömürü sisteminin bir parçası olduklarının altını çizmeyi elzem kıldığını düşünüyoruz. Sözümüzü bu kaygılardan muaf söyleyebileceğimiz bir tartışma kültürünü (bir araç olarak) arzulayacağımız muhakkak; ancak hatırlamak gerekiyor ki onu oluşturanlardan apayrı bir yerde duran bir ‘tartışma kültürü’ yok, bir sabah “kendimizi güvende hissedeceğimiz kritik kitleye ulaştığımız” bir topluma uyanıvermeyeceğiz. Baskıcı tutumlardan arınmış bir dünya biz onun için mücadele etmedikçe gelmeyecek.

Ancak, elbette “Haydi kötü patronlara, komşu teyzeye ve dahi yel değirmenlere karşı ve ne olursa olsun kılıçlarımızı kuşanalım!” demiyoruz. Her ateistin içinde bulunduğu koşullar ve öncelikleri farklı olacaktır, bunları önemsiyoruz. Ateist tutumumuzu ortaya koymaya başlayacağımız ilk yer illa iş yeri, aile, cami duvarı olmak zorunda değil, come out etmenin (açılmak, açıklamak yahut saklanılan yerden çıkmak) her türden güvenliğimizi tehlikeye sokmayacak yollarını bulmak da mümkün. Elbette bununla “kendi tatlı sularımızda yüzelim” anlamına gelebilecek nafile bir come out şeklini kastetmiyor; yalnızca bunun aşamalı ve her spesifik durumda kendisine farklı mücadele yöntemleri geliştiren bir süreç olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

İyi haber şu; her daim her yerde aynı açıklıkla ve aynı keskinlikte yap/a/masak dahi ateist tutumumuzu ortaya koymak işe yarıyor! En başta, sandığımız kadar yalnız olmadığımızı bilmek bizi dayanışma anlamında güçlendiriyor. Türkiye’yi de örnek verebileceğimiz muhafazakar toplumlarda, birçok insan aslında din tabusunu sorgularken baskıcı tutum ve argümanları içselleştirerek sorgulamalarının devamını getirmekten vazgeçebiliyor. Tam da bu noktada, ateistlerin kendi sözlerini söyleyerek başkalarına ilham vermesi ve böylece dayanışma noktaları oluşturması çok önemli.* outforbeyond’un ‘Nasıl Ateist Oldum?’ yarışmasında hikayesini paylaşan birçok ateist; kendisinden önce sesini yükseltenlerin etkisinin o ilk şüphenin ardından gitmesinde ne kadar değerli olduğunu anlatmıştı. İşaret ettiğin #eksisozlukkapatilsin ve buna benzer bir çok söylemin/tacizin/şiddet çağrısının özündeki hemen herkes arkasında saf tutuverecek olacağına yönelik kendine güvenleri de, ateistlerin “ben varım” demelerinin ne kadar mühim olduğunu gösteriyor.

Dahası, ateistlerin ‘come out’ etmesi demek, aslında hayatlarının merkezlerine koydukları sorgulama eylemini kolektifleştirmek de demek. Yalnızca tartışma kültürünün var olduğu değil, din tabusunun var olmadığı anlamında da hayalini kurduğumuz toplum bugünden yarına gelmeyecek ama kesinlikle bu dayanışma ve koleklifleştirilen çabanın sayesinde gelecek.

Sözün özü, baskıcı tutumların ateistlerin karşısına çıkardığı ikilemleri ve zorlukları görüyor, her ateistin bunlara dair deneyiminin ve geliştirdiği mücadele yollarının başkaları için bir çıkış noktası oluşturabileceğini düşünüyoruz. Ateistleri bizimle ve çevrelerindeki şüphecilerle deneyimlerini paylaşmaya ve “Ne yapmalı, nasıl yapmalı?” üzerine birlikte ve sesli düşünmeye davet ediyoruz. Zira biliyoruz ki; baskıcı tutumlardan arınmış bir dünya için gerek koşul, onun için mücadele eden “öfkeliler”.



-outforbeyond ekibi-